Dr. Ali Adnan Akçay’ın anısına

Dr. Ali Adnan Akçay’ın anısına
Adnan Akçay’ın ders anlatımı da en az içerik kadar özgündü. Her ders, haftanın konusuna dair yaptığı bir girişle başlar, ardından açık tartışmalarla devam ederdi.

Türkay Salim Nefes

28 Nisan 2025’te vefat eden hocam Dr. Ali Adnan Akçay’ın anısına bu satırları yazıyorum. Bu metin, onun öğrencisi olarak yaşadığım kişisel deneyimlere ve yıllar içinde dersleriyle ve yazılarıyla kurduğum bağa dayanmakta ve Adnan Akçay’ın akademik katkılarını kapsamlı bir biçimde değerlendirme amacı taşımamaktadır; aksine, onun üzerimde —ve inanıyorum ki kendisinden ders alan pek çok kişi üzerinde— bıraktığı entelektüel ve kişisel etkiyi yansıtma amacını gütmektedir.

Adnan Akçay’ın hatırlanması ve aktarılması gereken özelliği sosyolojik tahayyüldü. Bu açıkça görülebilir. Lisans eğitimim sırasında ODTÜ’de kendisinin “Beden Sosyolojisi” ve “Tıp Sosyolojisi” derslerini aldım — 2000’li yılların başında, Türkiye’de başka üniversitelerde neredeyse hiç karşılaşılmayan bu dersler, beden, hastalık ve gündelik hayatı sosyolojik bir mercekle düşünmenin önünü açtı. Bu dersler sosyolojinin genel konularının ötesinde düşünmeye davet ediyorlardı.

Adnan Akçay’ın ders anlatımı da en az içerik kadar özgündü. Sınıf ortamını gayriresmî, neredeyse sohbet havasında tutardı. Her ders, haftanın konusuna dair yaptığı bir girişle başlar, ardından açık tartışmalarla devam ederdi. Amaç “bilgi aktarmak” değil, fikirleri birlikte geliştirmekti. Bu yöntem, sosyolojiye olan ilgimin ve sosyolojik hayal gücümün gelişmesinde büyük rol oynadı.

Bir anım özellikle bende yer etti. “Beden Sosyolojisi” dersinde, akademik hayatımın en sevdiğim ödevlerinden birini yazdım. ODTÜ’nün farklı fakültelerindeki tuvaletlerde yer alan duvar yazılarının sosyolojik anlamlarını analiz ettim. Kolayca hor görülebilecek bir çalışma olmasına rağmen o hemen destek oldu ve ilgimi çeken konuların peşinden gitmemi cesaretlendirdi. Bu ödev sadece bir ders yükümlülüğü değil, araştırma sürecinden keyif almayı öğrenmemin ilk adımlarındandı.

2000’li yılların ortasında komplo teorileri üzerine yüksek lisans tezi yazmak istediğimde, bu konu o dönemin akademik ortamında pek sıcak karşılanmadığı için danışman bulmakta zorlanmıştım. Bu noktada yine Adnan hoca devreye girdi. Onun rehberliği sayesinde gerçekten ilgilendiğim bir konuda tez yazabildim. Yeni fikirlere, akademik çevrelerde dışlanmış konulara ve öğrencilere açık olması, onu akademisyen olarak tanımlayan niteliklerdendi.

Yüksek lisans tezimi yazdığım sırada, bana 1980’li yılların başında el yazısıyla kaleme aldığı bir makalesini verdi. Metin hem yaratıcı hem de sosyolojik içgörü örneğiydi. Aynı zamanda, titiz bir şekilde analizinin sınırlarını çiziyordu. Makalenin niteliğinden ve özgünlüğünden o kadar etkilendim ki, tamamını bilgisayara geçirip Word belgesine dönüştürdüm. Daha sonra bu dijital kopyayı kendisine de gönderdim — ve neyse ki bir nüshasını saklamışım. O çalışmayı burada, hem entelektüel bir belge hem de onun dünyaya sosyolojik bakmayı nasıl öğrettiğini gösteren bir hatıra olarak, Türkçeye çevrilmiş biçimiyle ekte sunuyorum.

‘Understanding Right-Wing Extremism in Turkey in Polanyian View’ başlığını taşıyan bu makale, Karl Polanyi’nin piyasa toplumu kuramını Türkiye’nin siyasal tarihi bağlamında yeniden düşünmeye yönelik bir analiz. Akçay, Türk faşizminin Avrupa’daki örneklerden farklılaştığını savunur — olgun kapitalizmin içinden değil, dayatılmış ve parçalı bir modernleşmenin neden olduğu gerilimler ve kopukluklar içinden doğmuştur.

Bu metin, bence, ithal edilmiş teorileri sorgusuz sualsiz kabul etmeyi veya çevirmeyi reddedişinin ve bağlamsal, özgün düşünme kapasitesinin bir örneğidir.

Adnan Akçay, danışman olarak her zaman dinlerdi ve düşünmeye teşvik ederdi. Gayriresmî tavrının ardında, entelektüel özgürlük ve disiplin vardı. Tez sürecimde kendisine bana anlatmış olduğu bir soyut kavramı neden ele almamız gerektiğini sorduğumda, bana ‘onu da sen bulacaksın’ demişti. Ne zaman destekleyeceğini, ne zaman cesaretlendireceğini gayet iyi bilirdi.

O artık aramızda olmayacak, ama sesi onu duymuş olanlarımızla yaşamaya devam edecek. Referans isteğime yanıt verdiği e-postasında şöyle demişti: “Yavrum, daha dün karşılaşmadık mı seninle? Sana her türlü referans olacağımı biliyorsun. Sevgiler.”

Aynı duyguları taşıyorum hocam.

gpsxrgwwyaac4nh.jpg

Ek: Dr. Ali Adnan Akçay’ın Yayımlanmamış Makalesi

(Bu anma yazısının yazarı tarafından Türkçeye çevrildi)

Aşağıda yer alan yayımlanmamış makale, Dr. Ali Adnan Akçay tarafından 1980’li yılların başında kaleme alındı. Bu metin burada entelektüel bir anma ve akademik takdir niyetiyle sunulmakta. Makale, Dr. Akçay’ın sosyolojik teoriye ve siyasal çözümlemeye dair eleştirel ve titiz yaklaşımının çarpıcı bir örneğidir. Bu belge, yalnızca eğitsel amaçla; onu tanımış veya çalışmalarını sonradan incelemek isteyenler için ilham ve düşünceye katkı sağlamak üzere paylaşılmaktadır.

Türkiye’de Sağ Radikalizmi Polanyi’ci Bir Perspektiften Anlamak

Dr. Ali Adnan Akçay

Tarih: 1980’li yılların başı (tahmini)

Giriş

Bu çalışmadaki amacım, Türkiye’deki radikal sağın Polanyici bir tarihinin yazılabilirliğini sorgulamak. Öncelikle Polanyi’nin temel tezlerini kısaca gözden geçireceğim; ardından bu noktalara dayanarak, Türk sağının teorik ve pratik davranışlarını izleyeceğim. Polanyi, bu makale boyunca anladığım haliyle ele alınacak. Onun Büyük Dönüşüm (The

Great Transformation) adlı eserine dair üç değerlendirme yazısı, bu çalışmanın çıkış noktası. Türkiye’deki radikal sağ örneği olarak doğrudan Milliyetçi Hareket Partisi’ne (bundan sonra MHP) referans verilecektir. Bu parti hakkında sınırlı ve dağınık bilgi ve/veya analizler çeşitli dergilerden derlenmiştir. Bu da hem verilerin toplanmasının hem de sunulmasının pek sistematik bir yapı taşımadığı anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında, bu çalışma Polanyi’nin en önemli vurgularından biri olan tarihsel materyalizmin tarihselleştirilmesi ilkesini tam anlamıyla yerine getirememektedir.

Polanyi

Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı eserindeki temel çabası, 19. yüzyıl liberal demokrasisinin ekonomik ve siyasal kurumlarının 1930’lardaki Büyük Bunalım’da çöküşünü, kapitalist topluma ve kendi kendini düzenleyen piyasa modelinin temelindeki fikirlere yönelik özgün bir eleştiriyle ilişkilendirmektir. Dikkat edilmelidir ki Polanyi, neredeyse Marx’ın tam aksine, eleştirisinin merkezine kitle sefaletini üreten kapitalist üretim ve sömürü sürecini değil, toplumsal çözülmeyi üreten piyasa mekanizmasını yerleştirir. Ona göre kapitalizmin kaçınılmaz çöküşünün nedenleri, üretimin ekonomik yasalarında değil, saf piyasa ilişkilerinin toplumun bütünsel ihtiyaçlarıyla bağdaşmamasında yatar.

Polanyi’nin görüşlerinin temelinde, modern piyasa ekonomisinin benzersizliğine dair anlayışı yatar. Kendisi “biçimsel iktisat” anlayışına karşı duran bir “özcü”dür (substantivist). Ekonomiyi, insanların her toplumda ve kültürde geçimlerini sağladıkları “kurumsallaşmış bir süreç” olarak görür. Bu noktada, piyasaların varlığı ile piyasa toplumları arasında bir ayrım yapılmalıdır. Piyasaların tarihi ilkel kültürlere kadar uzanır; ancak modern kapitalizm öncesindeki tüm ekonomilerde piyasalar, sosyal sistemin baskın yapısal özelliklerine tâbi kılınmış ve onlar tarafından düzenlenmiştir. Yani “piyasa dışı ekonomiler”, piyasaların hiç var olmadığı ekonomiler değildir. Ancak bu toplumlarda, piyasaların toplum üzerindeki egemenliğinin doğduğuna dair bir belirti bulunmaz.

Piyasa ekonomisine atılan belirleyici adım, toprak, emek ve paranın metaya dönüştürülmesiyle gerçekleşir. Polanyi’ye göre bu dönüşüm ne kaçınılmazdır ne de kendiliğinden olur; aksine, bilinçli bir siyasi müdahalenin sonucudur ve tarihi yalnızca 19. yüzyıldan itibaren başlar. Polanyi, 19. yüzyıl Batı uygarlığında gelişen bu özel türden ekonomik düzenin, tarihte tamamen özgün bir deneyim olduğunu ileri sürer. Daha önceki tüm ekonomik yapılar, toplumsal süreçten ayrılmamıştı; piyasa ise bu bütünlükten “yerinden edilmiş”tir (disembedded). Polanyi’ye göre ancak bu bağlamda, insan eylemleri esasen ekonomik güdülerle belirlenir ve ekonomik çıkarlara göre yönlendirilir. Oysa daha önce, piyasa dışı toplumlarda “İnsan maddi mallara sahip olma konusundaki bireysel çıkarını korumak için değil; toplumsal statüsünü, hak iddialarını, toplumsal itibarını korumak için hareket eder.” (The Great Transformation, s. 46; Szecsi, 1979: 38’den alıntı)

Siyasi müdahaleyle inşa edilen piyasa toplumlarında yalnızca toprak, emek ve para değil, insanlar da metaya dönüşür. Polanyi’ye göre bu, piyasa toplumunun temel zaafıdır. O, laissez-faire sisteminin bir “planlı girişim” olduğunu iddia ederken; sosyal savunma veya koruma eylemlerinin ise plansız, kendiliğinden ve piyasa güçlerine karşı gelişen tepkisel hareketler olduğunu söyler. Ayrıca şöyle yazar: “Koruyucu karşı-hareket karşı konulamazdı; çünkü düzenlenmemiş piyasanın toplumu tehdit etmesi karşısında tehlike altındaki insan türünün verdiği tepkiydi.” (Hock ve Somers, 1979: 61)

Polanyi’ye göre 19. yüzyıl uygarlığının (=piyasa toplumunun) çöküşü kaçınılmazdı. Piyasa toplumunun çözülme süreci, 1930’lardaki Büyük Buhran ile doruk noktasına ulaştı. Bu çöküşün işareti, Almanya’da faşizmin zaferi (ve İngiltere’de altın standardının terk edilmesi gibi korumacı devlet müdahalelerinin ortaya çıkması) ile verilmişti. Bu noktada “küresel devrim” veya “büyük dönüşüm” başlamıştı. Savaş, kendini düzenleyen piyasa sisteminin nihai krizi ve Büyük Buhran’ın devamıydı. Bu krize verilen tepkiler, farklı toplumsal yapılarda farklı biçimler aldı. Faşist çözüm, örgütlü devlet kapitalizmi; Sovyet çözüm, merkezi planlama; Amerikan çözüm ise New Deal oldu. Bunların her biri, piyasa “ütopyasını” direnen toplumsal gerçeklik üzerine empoze edilmeye çalışilan bir uygarlığın çöküşüne verilen farklı tepkilerdi. Faşizm, piyasa toplumunun çelişkilerine karşı “barbarca” ama aynı zamanda “net” bir çözümdü—tüm demokratik kurumlar pahasına. Block ve Somers’a göre, Polanyi için faşizm “nihayetinde dünya ekonomisinde köklenen uluslararası bir hareketti” (s. 61). [Bu nokta bana oldukça tartışmalı görünmektedir. Çünkü bu, şu basit mantığın sonucudur: dünya ekonomisi bir piyasa ekonomisidir, dolayısıyla o da tıpkı diğer piyasa ekonomileri gibi faşizmin potansiyelini taşır.]

Burada Polanyi’nin fikirlerini aktarmayı sonlandırıyor ve bir sonraki bölümde Türkiye’deki radikal sağ hareketi Polanyi’nin perspektifinden ele almaya başlıyorum. Bundan sonra yalnızca gerekli olan yerlerde Polanyi’ye atıf yapılacaktır.

Polanyi’nin Türkiye Yorumu

Bu bölümde, Türkiye’deki aşırı sağın Polanyici bir yorumunun ancak ciddi çekincelerle mümkün olabileceğini öne sürüyorum. Başka bir deyişle, Polanyi Türkiye’deki faşizmin analizine yalnızca “kısmi” bir çerçeve sunar. Türkiye’deki faşizm, Polanyi’nin işaret ettiği gibi olgun kapitalizmin bir ürünü değildir; tersine, kapitalizmin olgunlaşmamışlığı ve uygun kapitalist kurumların eksikliği nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu, kapitalist gelişmenin geç bir evresine değil, geçiş dönemine tekabül eden bir faşizm türüdür—ki bu Polanyi’nin (bir ölçüde Lenin’inde) öne sürdüğü modele aykırıdır. Böylesi bir gelişmenin ardında tarihsel ve toplumsal nedenler vardır: uzun süredir var olan devletçilik geleneği, serbest piyasanın göreli yokluğu (= sürekli müdahale), burjuvazinin yukarıdan yaratılması ve milliyetçilikle ilgili sorunlar gibi. Türkiye’deki “toplumsal formasyon” içinde Polanyi’nin hayalini kurduğu (ya da korktuğu) anlamda bir piyasa toplumu hiçbir zaman var olmamıştır. Aksine, durum tamamen tersidir: Türkiye toplumuna her şey yukarıdan dayatılmıştır: “halk için, halka rağmen.” (Bu yönüyle, Polanyi’nin serbest piyasa toplumunun bilinçli siyasi müdahale ile yaratıldığına dair vurgusuyla da örtüşür; ancak fark açıktır.)

Tanzimat’tan bu yana Türkiye’deki temel mesele, toplumu Batılı değerler doğrultusunda dönüştürmektir. Bu, çeşitli biçimlerde ve hızlarda ilerleyen uzun bir değişim sürecidir. Bu girişimlerin tamamı yukarıdan başlatılmıştır. Toplum hiçbir zaman kendi dinamikleriyle evrilmemiş, bu durum da farklı toplumsal pratik düzeyleri arasında çok sayıda kopuşa neden olmuştur.

Kapitalizm, Türkiye’de dışsal bir müdahale olarak gelişmiş ve bölgeler arasında eşitsiz biçimde evrilmiştir. Tıpkı kapitalizm ve yerli burjuvazi gibi, ulusal kültür de büyük ölçüde yukarıdan yaratılmıştır (ve çoğu zaman da dayatılmıştır). Bu nedenle, Türkiye’deki milliyetçilik iki çelişkili boyut taşımaktadır: Bir yandan Batılı kurumların inşası, diğer yandan da önceki (modern öncesi/kapitalizm öncesi) kültürel unsurların korunması.

Cumhuriyet’in en erken dönemlerinde bile, bir “Türk miti” yaratma girişimleri vardı (ki bu mit daha sonra faşistlerin ana sloganı hâline gelmiştir). Bu, Batı’dan gelen tehditlere karşı ve farklı etnik grupları tek bir bayrak altında birleştirmek amacıyla gerekli görülmüştür. Kimlik kayıplarına karşı bir çözümdü. Milliyetçilik tıpkı sanayileşme gibi, Türkiye için oldukça geç bir olgudur. Etkisini yalnızca kentleşmiş bölgelerde göstermiştir. Özellikle daha önce hiç devlet geleneği yaşanmamış bölgelerde milliyetçilik yeni bir etki yaratmış ve bu etki çoğu zaman zor yoluyla yerleştirilmiştir. (İlginçtir ki, bu bölgelerin bazıları faşizme en büyük toplumsal desteği sağlayan yerler olmuştur.)

Kapitalist gelişmeden yana olanlar her zaman olmuş ve kapitalizmi akılcılık ve mantığın bir yolu olarak övmüşlerdir. Ancak kapitalizmin gelişimiyle birlikte toplumsal konumlarını kaybedenler de olmuştur. Bu kişiler, iktidar elitlerinin Batılılaştırma çabalarına karşı geçmişin değerlerini yüceltmişlerdir. Yeni gelişmeleri insanlık dışı bulmuş, Batılılaşmayı yabancılaşma ile eş tutmuş ve bunu küçümseyerek “gavurlaşma” diye adlandırmışlardır.

Türkiye’de modernleşme sürecinin neredeyse otoriter yollarla başlatıldığını ileri sürüyorum. Bu nedenle Türkiye, halk katılımı olmaksızın kurulan bir ulus-devlet olmuştur. Sadece Demokrat Parti, kapitalizme bir miktar halk desteği kazandırma çabasında bulunmuş; bu da çok partili rejimin ilanından dört yıl sonra, 1950 seçimlerinde ezici bir zafer getirmiştir. Türk devletinin bir diğer özelliği ise kronik istikrarsızlığıdır— ki bu durum neredeyse yapısal bir karakter taşır. Bu istikrarsızlık, burjuvazinin kendi siyasi ve ideolojik hâkimiyetini halk kitleleri üzerinde kuramamasıyla kısmen açıklanabilir.

Özal dönemi uygulamaları hariç tutulursa, burjuvazi hiçbir zaman toplumda siyasi ve ideolojik bir üstünlük kuramamıştır. Devlet gücünü elinde tutarken, feodal (toprak sahibi) sınıflarla kurduğu ittifak, onu halk kitlelerinden uzaklaştırmıştır. Türkiye’de burjuvazi, hiçbir zaman halkla birlikte devlete karşı bir pozisyon almamıştır. Aksine, hep devletin içinde halkın karşısında yer almıştır. Bu nedenle, burjuvazi hiçbir zaman halkı arkasına alarak feodal devlete karşı ideolojik ve siyasi bir liderlik kuramamıştır. Öte yandan, devlet aygıtı da kapitalist gelişimin ihtiyaçlarını karşılayamamıştır. Burjuvazi ile bazı prekapitalist sınıflar arasında kurulan ittifak, aynı zamanda farklı üretim tarzlarının eklemlenmesi anlamına gelir. Bu siyasi ittifakın mantığı, Türk devletinin mantığıdır.

Burjuvazi, bu ittifakı, kendi hâkimiyetini kuramayacak kadar güçsüz olduğu için kabul eder. Siyasal ve ideolojik olarak zayıf olduğundan, ekonomik olarak rakip sınıflarla ittifaka girmek zorundadır. Türkiye’deki burjuvazi, eski cemaat yapısını ortadan kaldıracak güce sahip değildir ve bu nedenle, kitleleri kendi düzenine entegre ederek hâkimiyet kuramaz. “Kapitalistleşme”yi (ki bu aynı zamanda demokratikleşmeyi de gerektirir) istikrarlı biçimde inşa edecek cesareti yoktur.

Devlet yapısını dönüştüremediği için, farklı toplumsal grupları kendi düzenine katacak araçlardan da yoksundur. 1960’larda burjuvazi ile toprak ağaları arasındaki ittifak bozulmuş ve yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönem, halkın hızlı bir şekilde “siyasallaşmasıyla” kendini göstermiştir. Türkiye’de hayatın her alanında hissedilen büyük bir kriz yaşanmıştır. Bu süreç, bir anlamda, ülkedeki kapitalist gelişmenin sonucudur. Sorun, şiddetli bir ekonomik dönüşüm süreciydi. Kapitalizmin topluma egemen olma süreciydi bu. Piyasa güçlerinin toplum içindeki baskın ilişki biçimi hâline gelebilmesi için kendi yapılarını kurması gerekiyordu. Bunun için de geleneksel yapıları yıkmak zorundaydı. Ancak önceki yapılar hâlâ etkisini sürdürüyordu (ve bunlardan bazıları aşırı sağa destek sağlıyordu). Yaşanan kriz, bu geçiş döneminin bir sonucudur. 12 Mart 1971 öncesinde ivme kazanan kriz, özellikle 1970’lerin sonuna doğru şiddetini artırmıştır.

Yalnızca 12 Eylül 1980’den sonra burjuvazi (askerî müdahalenin desteğiyle) topluma yönelik siyasi ve ideolojik bir hâkimiyet kurma girişiminde bulunmuştur (yine çelişkili yöntemlerle). Türkiye’nin siyasal tarihindeki tüm dönemler, bir kapitalist gelişme modelinden diğerine geçişi simgeleyen dönemeçler olarak yorumlanabilir—kendi iç sorunlarını ve çözüm yollarını, az da olsa faşizmi de içerecek şekilde taşırlar.

Faşist Çözüm

Şimdi Türkiye’deki “faşist çözüm”ün toplumsal ve siyasal temellerini tartışmaya çalışacağım. En baştan belirtmem gerekir ki, Türkiye’deki faşist hareketin gelişimi, İtalya ve Almanya’daki tarihsel muadillerinden önemli ölçüde ayrılmakta. (Bu nedenle, Polanyi’nin sunduğu çerçeveden de ayrılmaktadır. Ancak bunu söylerken, Türkiye’deki faşizmin “benzersiz” olduğunu iddia etmiyorum.) Onların planı oldukça basitti: Devlet, halk desteğine fazla ihtiyaç duymaksızın bir askerî müdahale yoluyla kendilerine verilecekti.

Türkiye’deki faşizm tepkisel bir hareketti—hızlı yükselişi ve düşüşü de bunu kanıtlar. Bu yalnızca kapitalizmin gelişimine karşı bir tepki değil, aynı zamanda işçi sınıflarının kapitalizmin krizine önerdiği çözümlere karşı da bir tepkiydi. Bu durum, ana sloganlarının anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmden anti-komünizme kaymasıyla açıkça görülmektedir. (Duygusal unsurlar da oldukça önemliydi; özellikle İslami geleneksel dayanışma taleplerinde kendini gösteriyordu.)

MHP’ye destek veren kitleler ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekli esnaflardan (ve elbette işsizlerden) oluşuyordu; bu grupların ekonomik etkinlikten aldıkları pay, kapitalist gelişmenin etkisiyle azalmıştı. Zamanla, ekonomik rakipleri siyasal rakipleri hâline geldi. Türkiye’de siyaset büyük ölçüde öğrenci hareketlerine dayandığından, faşist hareket de bazı kadrolarını üniversitelerden devşirmiştir.

Türkiye’deki faşizmin toplumsal kaynakları, geleneksel-kapitalist yapı içindeki konumu görece güvenli ve üstün olan gruplardı. Ancak bu gruplar, bu güvenlik ve üstünlüklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Kapitalist gelişme sürecinde, kapitalizmi durdurulamaz bir süreç olarak gördüler ve bu yeni düzene önceki konumlarını koruyarak uyum sağlayamayacaklarını fark ettiler. Bu nedenle, eski statülerini koruyabilecekleri bir kapitalizm biçimi tasarlamaya çalıştılar. Kapitalizme, kapitalist bir ideolojiyle karşı çıkamayacakları için her zaman geçmişe ve geleneksel değerlere başvurdular. Bu motiflerin yıkılamaz ve değiştirilemez olduğunu savundular.

Faşizm, bu belirli toplumsal grupların memnuniyetsizliklerini uygun siyasal ve ideolojik bir programla başarıyla kanalize etti. Kapitalizmi yeni bir mantıkla yeniden yapılandırma önerisi sundu. Özellikle kapitalizmin geç ulaştığı bölgelerde (örneğin Malatya, Çorum, Sivas, Kahramanmaraş, Erzurum vb.) etkili oldu. Buna karşılık, kapitalizmin tam olarak geliştiği metropol alanlarda zayıf kalmak zorunda kaldı. (Bu şehirlerde belli bölgeleri kontrol etse bile, işgal gücü gibi hareket etti.) Ülkücü hareketin yoğunlaştığı üniversitelerin türü bile bu tezi destekler: Faşistler özellikle öğretmen okullarında örgütlenmiştir. Ancak Boğaziçi ve ODTÜ gibi, sistemleri ve mezunlarının kaderi kapitalizme entegre olmuş üniversitelerde başarılı olamamışlardır. Faşizm aynı zamanda entelektüeller ve teknisyenler arasında da zayıf kalmıştır (ki bu gruplar da kapitalizme başarıyla entegre olmuşlardır).

1973’ten itibaren faşizm, sol hareketten çok daha hızlı büyümüştür. (Bu dönemde Ülkücü komandoların devlet koruması altında olduklarını da unutmamak gerekir.) Sol hareket oldukça parçalıyken, Türkeş liderliğindeki faşist sağ hareket, tek komuta altında birleşmiş, yasal ve yasa dışı yöntemleri başarıyla birleştirmiş bir yapıydı. 1973 sonrası dönemde artan ekonomik sorunlar ve siyasal çatışmalar, orta mülk sahiplerini daha önce destekledikleri geleneksel/liberal sağ partilerden (AP) uzaklaştırarak aşırı sağa yöneltmiştir. 1977’de faşist fikirler yaklaşık bir milyon oyla sınırına ulaşmıştır. (Bu sınırlı desteklenmelerinin bir diğer nedeni, Kürtler ve Alevileri fiilen dışlamış olmalarıdır = söylemleri yalnızca “gerçek” Türkler ve Sünniler için cazipti.)

Belirttiğimiz gibi, küçük ve orta ölçekli mülk sahipleri kapitalist gelişme nedeniyle toplumdaki statülerini kaybetme korkusuyla MHP’ye yöneldiler. Başka bir deyişle, MHP bu grupların beklentilerini (ya da hoşnutsuzluklarını) örgütlemeye çalıştı. Bu kesimin önünde iki seçenek vardı: ya kendilerini kapitalizme uyduracaklardı ya da kapitalist gelişme modelini değiştirmeye çalışacaklardı. Çoğu, ilk olarak faşist çözüm yoluyla ikinci seçeneği denedi. Ancak bu, kapitalizm kendi gücünü başarıyla pekiştirirse MHP’nin halk desteğini kaybedeceği anlamına da geliyordu. Kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde MHP’ye destek veren toplumsal gruplar, bu desteği çekmeye başlayacaktı. Bu nedenle, bu destek kalıcı ve sürekli değildi.

Bu, aynı zamanda MHP’nin 12 Eylül 1980 öncesindeki yoğun terörünün de nedenidir. Kontrol edebildiği tüm grupları hızla seferber etmek zorundaydı. Zaman, faşizmin aleyhine işliyordu. 12 Eylül öncesindeki tutumları “ya şimdi ya hiç” biçimindeydi. Dolayısıyla, faşizm en tehlikeli hâlini kendini tehdit altında hissettiğinde alır. 1977 seçimleri, faşist hareketin genişleyebileceği sınırları göstermişti. Bu nedenle tüm ülkeyi terörize ederek iktidarı ele geçirmeyi hedeflediler (hatta 1979’da Ecevit hükümeti dönemindeki sıkıyönetime rağmen). Çünkü faşistler, bu fırsatı değerlendirmezlerse kendilerini destekleyen kitlelerin kapitalizme uyum sağlayacağını ve dolayısıyla MHP’yi terk edeceğini biliyorlardı. Ölüm mangaları ve iç savaş çıkarma girişimleri, ancak MHP’nin amaçlarındaki bu aciliyetle açıklanabilir.

Sonuç

Polanyi, toplumsal sınıfların, toplumun genel gelişimiyle birlikte birtakım fırsatlar elde ettiğini ve bu fırsatlara nasıl karşılık vereceklerinin, toplumun genel çıkarları doğrultusunda çözüm önerme kapasitelerine bağlı olduğunu savunur. Küçük ve orta mülk sahipleri, toplumun kalkınma sorunlarına bir çözüm öneremeyecekleri için, umarak ve sevinerek söyleyebilirim ki, faşizmin Türkiye’de halk desteğiyle iktidara gelme ihtimali oldukça düşüktür.

Referanslar

Belge, M. (1975), “Türkiye’nin Doğu-Batı Sorunsalı ve Kültür”, Birikim, Vol. 1, No. 2,

pp. 20-25.

Belge, M. (1976), “Milliyetçilik”, Birikim, Vol.4, No.23, pp. 50-61.

Belge, M. (1979), “Türkiye’de: Maraş’tan Sonra”, Birikim, Vol. 7, No. 46-47, pp. 32

69.

Block, F. & Somers, M. (), Beyond the Economistic Fallacy: The Holistic Social

Science of Karl Polanyi,

Galip, A. (1979) “Abdi İpekçi’den Sonra Durum”, Birikim, Vol. 7, No. 48, pp. 33-38.

Galip, A. (1979) “Türkiye’de Kapitalizmin Krizi Üzerine”, Birikim, Vol. 8, No. 54-55,

pp. 78-86.

Keyder, Ç. (1979), “The Political Economy of Turkish Democracy” New Left Review,

No. 115, pp. 11-16.

Kindleberger, C. P. (1974), “The Great Transformation”, Daedalus, Vol 103, No: 1,

pp.45-52.

Laçiner, Ö. (1976), “1971 Öncesi Dönem ve THKP-C Hareketinin Eleştirel Analizi”,

Birikim, Vol. 4, No. 39, pp. 7-26.

Laçiner, Ö. (1978), “Malatya Olayı: Türkiye’deki Faşist Hareketin Yapısı ve Gelişimi”,

Birikim, Vol. 6, No. 39, pp. 12-24.

Nişanyan, S. (1979) “Burjuva Devletinin Sorunları ve T.C. Devleti”, Birikim, Vol. 8,

No. 52-53, pp. 33-46.

Samim, A. (1981), “The Tragedy of the Turkish Left”, New Left Review, No. 126, pp.

60-85.

Szecsi, M. (1979), “Looking Back on the Great Transformation”, Monthly Review, Vol.

30. No: 8, pp. 34-45.

Kaynak:Haber Merkezi

Abone Ol

İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.